DANIŞMAN: HAZIRLAYAN:
Yard. Doç. Dr. Ahmet Arı Kadriye Kuzu
Aşk, âşık ile mâşuk arasında, daha çok âşık üzerinde tesirini gösteren bir hâldir. Bu yüzden de aşk âşıkta haddinden fazla, mâşukta ise yok denecek kadar azdır. Sevenin nazarında aşk, gelip geçici bir hüviyette değil, ebedîdir. Aşk sonsuzluk vasfı içindeyse sevgi de aynı vasıftadır. Şu beyit bu hususiyeti açıklayıcı niteliktedir:
Güzellik sende sevük bende nihâyette
Çü fikrin yok ri‘âyetde gidelim bâri şehirden
Aşkın diğer bir hususiyeti de dışarıdan görüldüğü gibi “âsân” bir hâl olamayışıdır. Aşk dışarıdan herkese güzel görünse de asıl belalar içine girilince başlar:
Rûzigâr âyinesinde sûret-i ahvâl -i aşk
Evvel âsân görünür sonra belâlar gösterir.
Aşk gönülde(sînede) vuku bulan ve burada gizlenmesi zorunlu olan bir hâldir. Aşkın güzelliği de gizli tutulmasındandır:
Göreliden beri ol gonca-dehânı severim
Saklayıp aşkını sînemde nihânî severim.
Bu beyitte ayrıca sevgilinin dudağı, kapalı oluşu ve gizliliğinden dolayı bir goncadır; dolayısıyla bir sırdır. Dudak ve aşk arasındaki sır münasebetine değinilmiştir.
Aşkın diğer bir hususiyeti de daha dünya yaratılmadan önce aşkın var oluşudur. Gök henüz sırtına mavi çini renkli elbisesini giymemişken âşığın başına aşk külahını giydiren aşktır:
Aşk urmuş idi başıma mihrin külâhını
Gök geymemişdi egnine çînî kabâ henüz
Aşkın en gizemli yanı da âşığın aşk uğruna onca cefaları, ızdırapları çekmesine, hatta canını bile vermesine rağmen aşkı terk etmemesidir. Yani âşık âdeta bir afyon tiryakisi, aşk da bir afyondur. Âşık aşkı terk etmek yerine âdeta onu daha da çok ister; ona daha çok bağlanır. Bu yüzden aşk, “garib vâkı`a” dır.
Garib vâkı‘a gördüm bu aşk halini kim
Seninleyim dün ü gün yine sana müştâkim
Dîvan edebiyatında en başta gelen mevzu aşktır. Aşk bir çok yan konuyu da içine almaktadır. Bunlardan biri de sevgilinin âşığa hiç yüz vermemesidir. Âşığın şikayetlerinin çoğu sevgilinin aşkı yüzündendir. Çünkü sevgilide bu aşk her an kaybolabilir veya azalabilir. Zira aşkın kendisinden şikayet edilmez. Âşığın işi ayrılığın pençesine düşeliden beri figân etmektir. Ama yine de sevgilinin aşkından usanıp bir an olsun pişmanlık duymaz. Âşık ney gibi daima inlerken bir an bile bu aşkından şikayetçi olmaz:
Gerçi hecrin çengine düşelden işimdir figân
Ney gibi aşkında bir dem sanma bîzâr olmuşum.
Aşktan şikayetçi olmayan âşık, bu durumu karşısında kimseden yardım da istemez. Çünkü o, çektiği dertlerden, ızdıraplardan memnundur. Dert çekmeden aşk mutluluğuna erişmek mümkün değildir. Gerçek âşıklar Hz. Cebrail (A.S.)’den bile yardım istemez. Nasıl ki, Hz. İbrahim (A.S.) ateşe atılırken kimseden yardım istemediyse aşk ehli de Hz. İbrahim (A.S.) gibi kimseden hatta Hz. Cebrail (A.S.)’den dahi yardım istemez:
Ey Halîlim âteş-i sûzâna pertâb etseler
Hazret-i Cibril’den aşk ehli feryâd istemez.
Aşkın mahiyetinin ve değerinin kaybolmasının iki sebebi vardır: Birincisi, işin cinsî münâsebete dökülmesidir. İkincisi de, sevgilinin yüzündeki ayva tüylerinin güzelliği gölgeleyecek hale gelmesidir:
Neden bu hüsnü virân eyler ol hat
N’için aşkı perişân eyler ol hat
Aşkın âşıktaki tesirleri için “beli bükülmek, âvâreleşmek, ihtiyarlamak, aklın virân edilmesi” gibi haller zikredilir:
Kıldı aşkın beni âvâre elinden ne gelir
Düşdüm ol zülf-i siyeh-kâra elinden ne gelir
Aşkın âşıktaki başka bir tesiri de, âşığın aşk yüzünden devamlı göz yaşı dökmesi ve bu yüzden akan yaşların âdetâ dünyayı boğacak kadar çok oluşudur:
Aşk vâkıfdır ki n’için yer yüzün gark eyler eşk
Nûh âlimdir ki n’için âleme tûfân olur
Âşık, aşk yüzünden âvâreleşmesine rağmen aşkından vazgeçmez. Yıllarca süren bu aşk, “âbâd” edici değil, yıkıcı ve harap edici bir mahiyete sahiptir:
Dedi ol yeri ki yıllarla harâb eyledi aşk
Sen umarsın k’anı bir lâhzada âbâd edesin
Aşkın neticeleri ise şunlardır: Derd (kıssa-i derd, dil derdi, derd-i dil, gönül derdi, dil ü cân derdi),belâ, gam ve cevr ü cefâ’dır. Aşkın neticelerinin başında gelen bir hâl de gamdır. Âşık gama tutkundur. Gam, âşığı acıyla inletir, perişan eder. Ama yine de âşık gama arzu duyar, onu arar. Gam çekmeyince de âşığın değeri artmaz. Ayrıca gam, âşığın dostudur. Âşık için gamdan uzak olmak sevgiliden uzak olmak demektir. Gam, sevgiliyi hatırlatmaya vesile olduğu için istenmekte, dolayısıyla derde de ilaç sayılmaktadır. Gam âşık için çok kıymetlidir. Hatta o, cennet nimetlerinden daha üstündür:
Netsin cemâl âşıkı cennet na’imini
Çünkim gamından özge ne yerse ziyân imiş.
Aşk içine düşen âşık, belayla da tanışmış olur. Aşk belası öyle bir mefhumdur ki, bunu ne dil ne de can vasfedebilir. Yani aşk belası anlatılamaz. Bu belayı da “ciğeri dağ olan” bilir:
Dil ü cân vasf edemez derd-i derûnun haberin
Ciğeri dağ olanın kimse belâsın ne bilir.
Bela çekmek âşık için umut kaynağıdır. Âşık belâya, sevgili de cefâya doymaz:
Nâz etme ki dil belâya döymez
Bîmardır ol cefâya döymez.
Sevgiliden gelen ve münhasıran âşığa yönelen daha doğrusu bu işte âşığın kaderi, kısmeti gibi görülen cevr ü cefâ bir bakıma sevgilinin âşığı hatırlaması, hatırına getirmesidir. Cevr ü cefâ çekmeden de aşkın mutluluğuna erişmek söz konusu değildir. Aşk uğruna çekilen eziyetlere, sıkıntılara sadece insan katlanabilir. Burada ayrıca insanın emaneti yüklenmesi hadisesi de vardır:
Ahmed’in cevr ü cefâ yükünü çektiği bu kim
Yer ü gök götüremez anı ki insân götürür.
Aşk yolunda sevgiliye ulaşabilmenin bir yolu da dert çekmektir. Bu yüzden aşkın neticelerinden biri de derttir. Aşk derdinin devası gene dert çekmek veya gam yemektir. Aşk derdinin deva kapısı yine kendisidir. Zira âşık için dertten uzak olmak ölmek gibidir.
Dün tabibe derd-i dilden bir devâ sordum
Gam yemeden özge bu derdin devâsın bilmedim.
Dil derdinin devası ya ölmek ya da bu derdi arttırmaktır:
Derdime la’lin tabibinden deva sordum dedi
Var yine dil derdin artır ki dermân andadır.
Aşk derdine düşen âşık ,bu derdin çaresinin ölmek olduğunu bilir. Sırf bu yüzden de çaresizlik içinde ölümü göze alır:
Dil ü cân derdine çün çâre hemân ölmek imiş
Öleyin derd ile nâ-çâr elimden ne gelir
Ahmed Paşa gül – bülbül münasebetinden yararlanarak aşk derdinden bahseder. Bülbül âşık, gül ise mâşuktur. Bu bağda bağrı “biryân” olmamış âşık bulunmaz. Zira şairin derdi bülbülün derdinden daha üstündür:
Gülden kokun alıp seher âh etse Ahmed derd ile
Bülbül bulunmaz bağda kim bağrı biryân olmamış
Aşk uğruna çekilen dertleri şöyle bir yazmaya kalksanız bunu deftere sığdıramazsınız. Yani aşk uğruna çekilmiş ne kadar dert varsa bunu ne anlatmak ne de yazmak mümkündür. Burada aşk derdinin büyüklüğünden bahsedilir:
Zülfün ucundan yazarsam Ahmed`in sevdâların
Defter-i tûmâra sığmaz kıssa-i derdim benim
Sevgili aşk derdinin ilacını âşığa sunup onu aşk derdinden kurtarmak için hiçbir gayret göstermez. Âşığın bu dertten kurtulmak için de hevesli olduğu söylenemez. Sevgilinin kapısı bir şifa hazinesidir. Âşığı hiç kimse sevgili gibi tedavi edemez. Aşk derdine düşmüş âşığın ilacı yine sevgilidir:
Ey nâm-ı a`zamın der-i gencîne-i şifâ
Dil derdine kim eder müdâvâ senin gibi
“Ahmed Paşa Dîvânı”nda “sevdâ”, “mihr”, “şevk” kelimeleri tevriyeli şekilde kullanılmaları sebebiyle değişik anlamlarıyla karşımıza çıkar:
Sevdâ kelimesi aşktan başka siyah manasına da gelir. Sevgiliye ait güzellik unsurlarından olan saç, göz, kaş, kirpik ve hindû sevdâ kelimesiyle zikredilir. Böylelikle sevgiliye ait güzellik unsurlarına duyulan aşktan bahsedilir:
Her gece sevdâ-yı zülfünden olur bî-hâb göz
Şevk-i lâ’ linden şafak gibi döker hûn-âb göz
Gözü sevdâsına düşüp Ahmed
Oldu nergis gibi alîl-ü sakim
Mihr kelimesi ise hem aşk hem güneş manasına gelir:
Mihr-veş mihrin ile âlem içinde âlemim
Fahrım oldur ki eşiğinde türâb-ı kademim
Şevk kelimesi şiddetli arzu, keyif, neşe gibi manalarının yanında aşk manasına da gelir
Gönlümü sevdâ-yI zülfünle perîşân isterim
Sinemi şevk-ı lebinle dopdolu kan isterim
Ahmed Paşa manevî aşktan ziyade maddî aşka yöneldiği için divanında aşk üzerine yapılmış pek çok teşbih ve mecaz vardır. Aşk hakkındaki düşünceleri teşbihlerde daha açıklayıcı niteliktedir.
Aşk – mezhep münasebetinin kaynağı, bir mezhebe bağlı olanların o mezhebi terk etmemeleri ya da terk edememelerindendir. Aşk da kimsenin hatta “bî-din” olanların bile terk edemediği yahut vazgeçemediği bir mezhep gibidir:
Mezheb-i aşkın habîbin kangı bî-din terk eder
Küfr-i zülfünden nigârın nice îmânsız geçer
Aşk âşığı günaha davet etmekte ve onu günahkâr kılmaktadır. Bu yüzden aşk günah olarak nitelendirilmiştir. Günahkâr âşık yine de bu günahtan vazgeçmemektedir. Âşık bu günahı karşısında çareyi “âl-i Mustafâ” gibi şefkat ve merhamet sahibi olan sevgiliye sığınmakta bulur:
Aşkın eğer günâh ise uşta günâh-gârınım
Şefkat edip şefâ`at et k`olmuşum âl-i Mustafâ
Âşık için iki günah vardır. Birinci günahı sevmesi, ikinci günahı ise sevgiliye “seni sevdim” demesidir:
Yolunda cân verip seni sevdim demiş gönül
İki kez öldür ânı ki etti günâh iki
Aşkın cerîme olarak tasavvuru âşığa göredir: Aşk en büyük suçtur. Bu suçu işleyen âşık da en büyük suçludur. Suç olarak tasavvur edilen aşkta âşığın tek ümidi sevgilinin onun suçlarını bağışlamasıdır. Bu bütün suçları bağışlayan, kerem sahibi olan sevgilidir. Yani aşk cerimesinde en büyük bağışlayıcı mâşuktur:
Aşkım cerîmedir deyu incinme Ahmed’â
K`ol Şâh-ı cürm-pûş bilirsin kerîmdir
Aşkın en büyük cilvesi âşığın neyi var neyi yoksa, her şeyini hatta canını bile kaybetmesine sebep olmasıdır. Bu yüzden aşk, âşığın her şeyini yağma eden bir ordudur:
Aşkın sipâhı gâret edip varımı şehâ
Anı ki cân idi lebine armağan verir
Ahmed Paşa aşkın büyüklüğünü, yüceliğini kanıtlamak için aşkı ezel sabahında göğe yükselmiş bir sancağa benzetmiştir. Bu aşk sancağı, livâsı, sevgilinin güzelliğinin güneşi, parlaklığı gibi gök yüzünü kaplayan ve âşığın “âsuman-gir” olmasına sebep olan bir sancaktır:
Hak livâ-yı aşkına subh-i ezelde Ahmed`in
Mihr-i hüsnün gibi ey meh âsumân-gir eylemiş
Aşk yolunun önemli bir merhalesi de dilenciliktir. Bu yolda âşığın dilencilikte bulunması gerekir. Aksi takdirde âşığın aşk uğruna bir şeyle elde etmesi mümkün değildir. Eğer âşık, aşk için bir şeyler dilenmiyorsa ne aşktan ne de âşıkların konağının kapısından haberi vardır:
Her k`anun deryûze-i aşkında şey-lillâhı yok
Menzil-i dervâze-i uşşâkdan âgâhı yok
Âşığın gönlü ve canı ile sevgilinin peşinden gitmesi “kâfile-i aşk” a benzetilmiştir. Bu aşk kafilesinin ceresi âşığın figanlarıdır. Bu inlemelerin, âhların sevgili tarafından duyulması ve sevgilinin âşığa bakışıyla sevgilinin gözü âşığın aşk kafilesini yani gönlünü yağmalamıştır:
Yağma dil-ü cân etti gözün çünkü duyuldu
Bu kâfile-i aşk figânın ceresinden
Kan, insanın bütün damarlarına yayılmış olup onun yaşam kaynağıdır. Aşk da âşığın yaşam kaynağıdır. Kanın damarlardaki dolaşımının sona ermesiyle insan yaşamı nihâyete ermekle, âşığın gönlünde “muhkem” olan aşkın da âşığın gönlünü terk edişi, âşığın ölümüne neden olmaktadır:
Senin meyl-i muhabbetin benim gönlümde muhkemdir
Yayılmış kan gibi cisme çıkıp gitmez tamarından
Aşk başa gelince âşık da aşk kavgası içine düşer. Bu aşk kavgasının yapıldığı yer de âşığın gönlüdür âşık olan insan mantığı ve duyguları arasında bir düaliteye .düşmektedir. Bu düalite içinde gidip gelen âşığın doğal olarak gönlü ve aklı daima bir kavga içindedir:
Yine çıktı başıma sevdâ-yı aşk
Yine doldu gönlüme gavgâ-yı aşk
Bir başka beyitte aşk-hengâme münasebeti için cambazlığa başvurulmuştur. Cambaz iplerin üzerinde tehlikeli gösteriler yaparken, gösteri sırasında seyircilerin tehlikeli oyunları seyrederken çıkardıkları gürültüleri ve bağrışmaları hatırlatmak için beyitte hengâme kelimesi özellikle yerleştirilmiştir. Âşık aşk kavgası içinde altından iplerle asılmış çember şeklinde olan iple oynayan bir cambazdır. Cambazlığın sebebi de sevgiliye olan aşkını göstermek istemesidir. Cambazlık da canıyla oynayan demektir. Yani âşık sırf sevgisini ispat etmek için canıyla oynamaktadır .Bu yüzden aşk,âşığı cambaz gibi oynatan bir hengâmedir
Raks urur hengâme-i aşkında bir cân- bâzdır
Kim olur zerrîn resenle asılıp çenber güneş
Aşkın şehir olarak tasavvur edilmesinin sebebi, aşk şehrinde âşığın sanatının canını satıp belaya müşteri olmasındandır. Yani aşk şehrinde yapılan en basit alış verişin karşılığında bile can istenir ve bu yüzden âşık belâya müşteri olur. Zira âşık, umumi hali belâ bendine sarılmış olmasıdır.
Cân satıp her birisi oldu belâ müşterisi
Aşk şehrinde budur san`atı dervişlerin
Âşık aşkı uğruna yollara düşer. Bu yolun sonu yoktur. Aşk yolunun “hadd ü nihâyeti”ni bulmak isteyen yanılır. Aşk yolunun başında da sonunda da can vermek vardır. Zira bu yola çıkmak için yapılması gereken ilk şey can vermektir:
Ey râh-ı aşka hadd ü nihayet bulam diyen
Cân vermek ibtidâdır ana yokdur intihâ
Aşk yolu öyle bir yoldur ki, bu yolda âşığın mum gibi başı kesilse kadeh gibi “hûn-ı ciger” olsa yani sıkıntı ve elem içinde olsa da bunların âşık için hiçbir ehemmiyeti yoktur. Çünkü aşk yolunda nice başlar kesilmiş, kanlar dökülmüştür:
Şem baş verse kadeh hûn-ı ciger saçsa ne gam
Aşk yolunda nice baş kesilir kan dökülür
Âşık bile bile canından vazgeçerek çıktığı bu yolda ayrılığa tahammül etmez. Zira aşk yolunda ayrılığa tahammül etmek günahtır. Bu yüzden de âşıkların işi her gün âh etmektir:
Aşkın yolunda hecre tahammül günah imiş
Uşşakın işi anun için her gün ah imiş
Her gün âh ederek yoluna devam eden âşık, sabretmek zorundadır. Çünkü bu yol, oldukça tehlikelidir. Fakat âşık hiçbir zaman aşk yolundan tehlikelidir diye kaçmaz. Zaten böyle bir şey düşünen âşık bile sayılmaz:
Ver aşka gönül gam yeme âşık mıdır Ahmed
Endîşe kılan aşk yolunun hatarından
Aşk yolunda başsız, çıplak ayak yürüyen âşık bu yolda, kime rastlasa ondan daha beter çıkmaktadır. Âşık sevgili uğruna bu yola baş koymuşken sevgili rakibe uymaktadır. Bu yüzden de âşığın yüzü ağarmaz, sevgilinin yüzü de rakîbe uyduğu için karadır. Yine de âşık sevgilisinden vazgeçmez:
Ne yüz ağardasın Ahmed reh-i aşkında anun
Ki rakîbe uyar ol yüzü karadan geçmez
Âşığa bu yola çıkarken yol gösteren sevgilinin yüzünün aydınlığıdır. Bu yolda ona engel olan da sevgilinin kara saçlarıdır. Aşık bu engeli aşabilirse amacına ulaşmak için yoluna devam edecektir:
Şem`-i ruhudur aşk tarîkinde delilim
Gönlüm şeb-i zülfünde bulursa nola râhı
Aşkın binâya teşbihi, taşla yapılan binanın sağlam oluşu ve sevgilinin taş kalpli oluşu dolayısıyladır. Nasıl ki taş ile kurulan bina sağlam olursa âşığın da sevgilinin taş kalbini yad etmekle aşkı artar, daha da sağlamlaşır:
Mihrim artar dil-i sengînini yâd etmek ile
Kim binâ muhkem olur seng ile bünyâd edicek
Aşk, aşığın sırtına giymiş olduğu bir elbise gibidir. Aşk elbisesini giyebilmenin ilk şartı üzerine aşk elbisesinden başka bir şey giymemektir. Can ve ten bile bu elbisenin giyilmesine bir engeldir. Nasıl ki hacı olan bazı şeylerden ödün verirse âşık olan da bu aşk elbisesini giyebilmek için candan ve tenden ödün vermelidir. Hacı olan ihram üzerine hilât giymezse aşk elbisesini giyen de aynı şekilde davranmalıdır:
Cân ü tenden geçmeyen aşk libâsın giymesin
Giymeye hâcî olan ihrâm esvâb üstüne
Ahmed Paşa âşık olmanın sebebini gönlüne bağlamaktadır. Çünkü ona aşk elbisesini, çamaşırını giydiren gönlüdür. Bu aşk elbisesi gönül elinden biçilmiştir:
Ahmed’im kim okunur namım ile nâme-i aşk
Germdir sözlerimin sûziyle hengâme-i aşk
Dil elinden biçiliptir boyuma câme-i aşk
Vay gönül vay bu gönül vay gönül ey vay gönül
Şarap sarhoşluk ve hararet verir. Âşığın sarhoşluğuna sebep içine düştüğü aşktır. Bu yüzden âşık sürekli sarhoştur. Âşığa aşk şarabını sunan da sevgilinin gözüdür:
Gözlerim aşkın meyin sunmakda sâkidir henüz
Nakd-i mihrim mührün ile dilde bâkidir henüz
Âşığın sarhoşluğu aşk yüzündense bülbülün inlemeleri, acıklı nameleri de gülün elinden bade içmesinden, yani güle âşık olmasındandır.
Burada aşkın şarap olarak tasavvurunun kaynağı âşığın kendi haliyle bülbülün halini özdeşleştirmesidir.
Câm-ı gülden m’ettin ey bülbül şarâb-ı aşkı nûş
Kim belâbil gulgulünden kulkulün vardır senin
Aşk şarabını yanında âşığa meze olarak verilen sevgilinin dudağı ve gözleridir:
Mest olup dil mey-i aşkınla leb ü çeşmin anar
Nukl için rağbet eder pisteh ü bâdâmlara
Sakînin teşbih unsuru olarak kullanılması, sâkînin âşığa içki sunması ve bu içkiyle âşığın sarhoş olup “kevn ü mekân”dan haber vermesidir. Nasıl ki sarhoş olan bir kişi yaptığı şeylerin bilincinde değilse aşk sâkîsinin sunduğu şarapla mest olan âşık da bilinçsizce hareket eder. Aşk sâkîsi bütün cihana içki sunmakta ve bu içkiden içenler sarhoş olup sevgilisine söyleyemediği şeyleri söylemektedir:
Bir kâse sundu sâkî-i aşkın cihâna kim
Nûş eden anı kevn ü mekândan haber verir
Aşk âşık ile mâşuk arasında vuku bulan ve kimsenin bilmemesi gereken bir hadisedir. Bu hadiseyi de âşık ve mâşuktan başka kimse bilmez. Bu yüzden aşk bir sır olarak telakki edilir. Âşık bu sırrı saklamakta oldukça güçlük çeker. Âşık aşk sırrını saklamak için gündüzü değil geceyi tercih eder. Geceyi sırları örten bir unsur olarak kabul ederken gündüzü de mahrem değildir diye reddeder:
Rûz-ı rûşen çün değildir mahrem-i esrâr-ı aşk
Ben şeb-i târik-i bâri râz-dâr etsem gerek
Râz-ı aşkın dilime geldi ise hâme gibi
Başımı kes dilimi yâr elimden ne gelir
Bu beyitten de anlaşıldığı gibi âşık bu sırrını saklamakta oldukça müşkül durumdadır. Âşık bu konuda ağzını bile açmazken yine de şehirde o, “serveri sever” diye haber çıkar. Bu durum karşısında Aşık oldukça şaşkındır:
Ben ağzım açmadım bu ne sırdır ki şehrde
Ben serveri sever diye her gün haber çıkar
Bazı beyitlerde aşk sırrının ortaya çıkması sevgilinin ayva tüylerine bağlanır. Aşkın miske benzetilmesinin sebebi de aşkın ve miskin çabuk yayılmasındandır. Yani aşk sırrının gönülde bâkî kalamayışı söz konusudur.
Umumi olarak aşkta bahsettiğimiz gibi aşkın en önemli hususiyeti gönülde baki kalan tek hal oluşudur. Âşık ölümle tanışsa bile aşkı sona ermez. Hatta ölümünün ardından bin yıl geçse bile mezar toprağından yel estikçe muhabbet kokusu gelir:
Ölem bir gün benim bin yıl tenim toprak ola külli
Muhabbet kokusu gele yel estikçe gubârımdan
Aşkın yıkıcı hususiyetinin yanında bir de yapıcı bir unsur olarak tabip tasavvuru vardır. Âşık derdinin devasını aşk tabibine sorar. O da derdinin devasının sevgilinin güzel yüzünü görmek olduğunu söyler. Yani bu tabip iyileştirmekten ziyade tavsiyede bulunur:
Devâ-yı derdimi sordum tabîb-i aşka dedi
Likâsı ile habibin şifâ bulur emrâz
Bir başka beyitte de dudak aşk hastasının tabibi olarak nitelendirilmiştir. Aşkın ilaç olarak tasavvuru sevdâ, zülf ve âb-ı revân münasebetine dayanır. Sevda aşk hastalığına yakalanmaktır. Ayrıca sevda “siyahlık” manasına da gelir. “zülfün hevâsına düşmek” tabiriyle de sevgilinin saçına âşık olmak kastedilir. Sevgilinin saçına âşık olan âşığın aşk ilacını hazırlaması için sevgilinin “âb-ı revân”a benzeyen uzun ve parlak saçlarına ihtiyaç vardır:
Zülfün hevâsına düşen ağlamasın mı kim
Sevdâ ilâcın etmege âb-ı revân gerek
Aşk-imâm münasebetinin kaynağı, sevgilinin güzelliğinin mescit veya Kâbe olması kaşın mihrap olması ve âşıkların da cemaat olarak tasavvur edilmesindendir. Âşıklar aşk imâmına uyarak sevgilinin güzelliğini mescit kabul edip onun mihrap olan kaşına sürekli secde etmek istemektedirler:
Mescid-i hüsnünde aşkı çün imâm etsem gerek
Tâk-ı ebrûna sücûd-ı ber-devâm etsem gerek
Âşığın gönlünü harap eden âşığın sevgilinin güzellik sarayına bakmasıdır. Âşığın sevgiliye bakmasıyla âşığın vücuduna hakim olan aşk, âşığın gönlünü harap etmiştir. Gönlün harabeye benzemesi ve aşk tarafından yıkılması sonucunda aşk hâkim olarak tasavvur edilmiştir:
Hâkim-i aşkın harâb etmezdi gönlüm hânesin
Bakmasa hüsnün sarâyına bu çeşmim revzeni
Zelîhâ Hz. Yusuf’a ne yapmışsa aşk da cana aynısını yapmıştır. Zelîhâ Hz. Yusuf’u rüyasında görerek – evli olmasına rağmen – ona âşık olmuştur. Onu görünce gömleğini yırtarak onu zindana attırmıştır. Telmih yoluyla aşk-Zelîhâ münasebetinden bahsedilmiştir. Zelîhâ Hz. Yusuf’u sırf aşkı uğruna zindana attırmışsa aşk Zelîhâsı da âşığı sevgilinin gönlündeki zindana atmıştır:
Eyledi aşk Zelîhâsı bu can Yusufuna
Mısr-ı hüsnünde zenahdânını zındân-ı Mısr
İlim sahibi bir kişi nasıl ki, bütün ilimleri bilmek zorunda ise âşık da aşk ilminin bütün hususiyetlerini bilmek zorundadır. Zira bu ilimden anlamayan kişi ne aşkı bilir ne de âşıklığı bilir. Bu yüzden aşk, âşığın tahsil ettiği bir ilimdir, fendir. Âşık bu fenle aşk üzerinde tahsil etmekle kalmaz diğer bütün âşıkları da toplayarak onlara bu aşk fenni hakkında bilgi vermek ister:
Fenn-i aşkı şöyle tahsil etmişim mihrinle kim
Devşirip uşşâkı bir gün ders-i âm etsem gerek
Aşkı öğrenmenin tek yolu aşk mektebinde ders görmektir. Bu mektepte okumayan isterse ilmin üstadı olsun ama yine de “kitâb-ı usûl” nedir bilmez. Yani aşkı bilmek yeterli değildir. Aşka aşk mektebinde okumakla ulaşılır:
Fakîh-i medrese bilmez nedir kitâb-ı usûl
Meger ki mekteb-i aşkında okumadı sebak
Bir başka beyitte âşık gönül çocuğunu aşk mektebinde ders alması için göndermiştir. Bu mektepte ders alan Lokmânla bile yarışabilir:
Tıfl-ı dil çün mekteb-i aşkından almıştır sebak
Eylesin hikmet makâlâtında Lokmân ile bahs
Aşk sevgiliye duyulan aşkı anlatan bir defterdir. Ne zaman ki sevgiliye duyulan bu aşk defteri divan şeklinde düzenlenirse sevgilinin adı deftere yani divana unvan ya da başlık olur:
Her kaçan kim defter-i aşkında dîvân bağlanır
Nâm-ı dil-ber nâme-i hüsnünde unvân bağlanır
Ayrıca bu aşk defteri âşığın isminin yazılması gerektiği ya da yazıldığı defterdir. Bir başka beyitte de “hüsn divânı” daha yazılmadan âşığın sonsuz şanı, ünü aşk defterinde yazılıdır. Burada bir bakıma Ahmed Paşa aşk konusu üzerinde ne kadar üstâd bir şair olduğunu göstermek istemektedir:
Hüsn divânında tahrîr olmadan hattı henüz
Defter-i aşkında nâm-ı câvidânım var imiş
Âşık sevgiliye hitaben aşkını anlatan bir mektup yazar. Bu mektupta sadece aşktan bahsedildiği için aşk nâme olarak tasavvur edilmiştir. Bu aşk mektubu âşığın namıyla okunur. Aşk mektubundan bahseden beyitlerde şairimizin adı geçer:
Ahmed’im kim okunur nâmım ile nâme-i aşk
Germdir sözlerimin sûziyle hengâme-i aşk
Dil elinden biçiliptir boyuma câme-i aşk
Vay gönül vay bu gönül ey vay gönül
Âşık aşk mektubunu canına yazmıştır .Bu mektubun başlığı da sevgiliye hitabendir. Özleyiş mektubunu da canın yaprağına yani gönlüne yazmıştır:
Ser-nâme-i mahabbeti cânâne yazmışam
Hasret risalesin varak-ı cânâ yazmışam
Aşk karşılığında pek çok sıkıntıların, dertlerin riskini göze almaktır. Bu sıkıntıları, dertleri çekmeden de aşk var olmaz. Âşık bu acılarını sineye çeker ve hiçbir zaman şikâyetçi olmaz. Zira şikâyet aşkı öldürür. Âşığı aşka götüren bu elem dolu basamaklardır. Bu elem basamaklarının sonunda aşk safâsına ulaşırlar. Yani zamanla bunca elem, kahır aşka ulaşmak ümidiyle neşeye, safâya dönüşür. Ancak sadakatli âşıklar başarabilir. Cefâ çekmeden sefâya ulaşılamayacağı anlatılmaktadır:
Ancalar mihr gibi şevk bisâtında yeler
Pâk-bâz olmayıcak aşk safâsın ne bilir
Hazinelerin viranelerde bulunduğuna inanılır. Aşk da gönülde saklanan bir hazinedir. Sevgilinin güzelliği âşığın her bir yarasında binlerce aşk hazinesi saklar ve âşığın aklını başından alır:
Hüsn her bir cârihimde gizledi bin genc-i aşk
Akl mizânın şikest etti bu hüsnün kesreti
Aşkın sitem olarak tasavvuru ise âşığın bu aşk yüzünden zulüm ve haksızlık içinde oluşundandır. Ayrıca âşık kendisinde ateşte yanmasını âşık olmasına bağlamaktadır:
Verip sitem-i aşkın eline yakan ey dost
Kim derdi ki ben kendüzüm oda yakam ey dost
Aşkın iş münasebetinin kaynağı, miskin ortaya çıkışıyla kendini belli etmesidir. Nasıl ki misk kendini belli ederse hattın belirmesiyle de aşk işi gizli kalmaz. Aşkta aşk sırrının fâş olması da sevgilinin ayva tüylerinin belirmesine bağlıdır:
Müşgin hatın belirdi faş oldu sırrımız
Aşk işi gizli kalmaz u olmaz nihân misk
Mahzen bilindiği gibi eşya saklanacak yerdir. Aşk-mahzen münasebeti, gönlün aşk için bir mahzen oluşundan kaynaklanır. Gönlün aşk mahzenini delen sevgilinin gamzesinin oklarıdır:
Dil mahzen-i aşkındır ânı deldi gamzen
Uğrıdur umar kim ola gencîne-i şâhı
Aşk dellâl münasebeti ise canın satılık nesneye, sevgilinin de alıcıya teşbihinden kaynaklanır. Aşk can pazarında uyuşmayı temin edici bir özelliğe sahiptir:
Satardım bu gün cânı bir habbeye
Ki yâr erdi germ oldu bâzârımız
Görüp cân dedi aşk dellâlına
Mezâd et k’irişdi haridârımız
Her nesnenin bahası pazarda belli olur. Aşkın da bahasının anlaşılması için aşk bâzâra benzetilmiştir. Sevgilini müşteri olan gözü aşığın canını alalıdan beri âşık aşk bâzârında sevgilinin satın alıcısı yani müşterisi olmuştur. Şair Ay ile Müşteri gezegenini tevriyeli bir şekilde kullanarak aşk- bâzâr münasebetine değinmiştir. . İnanca göre Ay sevgili,Müşteri de onu seven âşıktır:
Ne mâhsın ki cân alalı Müşterî gözün
Bâzârı mihr içinde haridârınım senin
Bir başka beyitte aşk- bâzâr münasebeti âşığın pazarcıya ve sevgilinin kaşının terazi kefelerine teşbih edilmesinden kaynaklanır:
Aşk bâzârında çeşmim bir terâzü kurdu kim
Kaşların sevdâsı anun keffe-i mîzânıdır
Aşk bâzârında can dellâla bazen de satılık herhangi bir şeye teşbih edilir aşk bâzârında âşığın aklı da metâ’ya benzetilir:
Senin bâzâr-ı aşkında eder dellâl-ı cân feryâd
Metâ’-ı akl kâsiddir haridâr olmasın kimse
Her meclisin bir adabı ve erkânı vardır. Bu mecliste bulunan kişiler bu erkâna uymadıkları takdirde:o meclisin bir bireyi sayılmazlar. Aşk –meclis ,bezm tasavvurunun menşei de buradan gelir. Aşk meclisinin adaplarını bilmeyen de zâhidlerdir. Bu yüzden zâhidlerden aşk meclisinde adap erkânını bilmesi beklenemez. Zâhidlerin sohbetinin iyi olmamasının sebebi de bundandır. İyi olmayan sohbetten de fayda beklenemez:
Zâhid ne bile meclis-i aşkın edeplerin
Çünkim mü`essir olmaya sohbet ne fâ`ide
Bir başka beyitte aşk-bezm münasebeti sevgilinin âşığın gönlünde dudaklarından bir câm sunmasına bağlıdır. Sevgilinin âşığı harap eden bakışları âşığın sarhoş olmasına neden olmuştur. Bu meclis öyle bir meclistir ki, burada âşığın gönlüne sunulan kadeh sevgilinin dudaklarıdır. Yani kadeh ve leb arasında renk benzerliğine dayanan bir münasebetle aşk bezm olarak tasavvur edilmiştir:
Gönüle bemz-i aşkında lebin bir câm sundu kim
Harâb-ı çeşm-i yâr oldum ben ol hamrın humârından
Aşk meydânı âşıkların başlarıyla oynadıkları birer meydanıdır. Bu meydanda başıyla oynayan “derd-i serden” kurtulmuş olur. Bu kurtuluş yükün hafiflemesine benzetilmiştir:
Aşk meydânı içinde oynayalı başımı
Derd-i serden kurtulup gâyet sebük-bâr olmuşam
Bu meydanda âşığı güçsüz bırakan “tîr-i gamze”dir. Yine de âşık bu güçsüzlüğüne rağmen sevgilinin karşısına çıkmakta tereddüt etmez. Zaten âşığın hiçbir şeyden korkusu yoktur. Bu durum karşısında sevgili Nerîmân’a benzetilir. Zira Dîvân şiirinde Nerîmân övülen kişiye benzetilmiştir:
Tîr-i gamzenle yatar meydân-ı aşkında zebûn
Şol dil-âverler k`eder tiğ-i Nerîmân ile bahs
Aşk bûstan münasebeti ise bu bûstanda eğri olan hiçbir şeye rastlanılmamasındandır. Serviye benzeyen sevgilinin boyu bu bûstandaki her şey için imrenilecek kadar güzel olan ve emsalsiz bir misaldir. Bu yüzden aşk bûstanında görünüşü düzgün olmayan herhangi bir nesneyle karşılaşmak imkansızdır. Yani bu tasavvurun kaynağında sevgilinin boyunun serviye güzelliğinin de bahara benzetilmesi vardır:
Bahâr-ı hüsnü sen servin salalı sâyesin câna
Mahabbet bûstanında bulunmaz bir giyâh egri
Bu münasebetin kaynağı, âşığın öldükten sonra onun mezar toprağından rüzgar aracılığıyla mâşuka muhabbet kokusu götürmesidir. Bu koku münasebetiyle âşık sevgilinin aşkıyla ölmektedir. Rüzgar da onun mezarındaki toprağından sevgilinin ayağına muhabbet gülleri götürüp saçmaktadır:
Çü Ahmed hâk ola her dem sabâh sen yâr ayağına
Mahabbet gülleri saça mezâr-ı sebze-zârından
Dîvân edebiyatında gül sevgili, bülbül de âşık olarak zikredilmiştir. Dîvân edebiyatında en büyük aşklardan biri de gül-bülbül aşkıdır. Âşık bülbül, mâşuk da gül olursa aşk da bir gülşendir. Şair kendini bülbüle benzeterek aşk-gülşen münasebetini kurar. Bu aşk gülşeninde Ahmed’i görüp ona dil uzatanlar da tatlı konuşan bir kuşa taş atmış gibidir. Zira o aşk bahçesinin tek bülbülüdür:
Ahmed’i gülşen-i aşkında görüp dil uzatan
Eline taş aluban murg-ı hoş-elhâna atar
Ahmed Paşa bilhassa musiki aletleri üzerinde durarak onları gerek sevgili, gerek âşık ,gerekse aşk unsurlarıyla temasa getirmiştir. Bunlardan ney ,âşığın can ve gönlüdür Neyin delikleri yakılarak açıldığı için çıkardığı sesler acıklıdır. Ayrıca neyin içi hava (aşk) ile doludur. Neyin hali ile âşığın hali özdeştir. Ayrılığı acısıyla figân eden âşık ney gibi bir an bile susmadan ağlamaktadır. Âşığı ney gibi bu hale sokan sevgilinin sevda dolu gözüdür:
Gerçi hecrin çengine düşelden işindir figân
Ney aşkında bir dem sanma bîzâr olmuşum
Ney gibi nâlân eder ol çeşm-i pür-sevdâ beni
Vâlih ü şeydâ kılar bu zülf-i anber-sa beni
Aşk yolunda başını bile feda etmeye razı olan âşık aşk neyi ile gam çengine arkadaş olunca aşk kopuzunu kırmak ister. Ama nafile. Bu çaresizlik içinde âşık, aşk kopuzunu çalmaya devam eder:
Ben demezdim ki hevâ yoluna ser-bâz gelem
Ney-i aşkınla gamın çengine demsâz gelem
Deridim aşk kopuzun uşadam vâz gelem
Vay gönül vay bu gönül vay gönül ey vay gönül
Aşkın perde olarak tasavvurunun kaynağı âşıkları muhayyer kılan bir hal oluşundandır. Burada perde kelimesi musiki terimlerinden muhayyer, uşşâk, mutrip kelimeleriyle bir arada kullanılması bu münasebeti daha da açıklayıcı kılmaktadır:
Muhayyer kıldı uşşâkı bu râz-ı perde-i aşkın
Ki olmuş râh-zen mutrib burarlar gûş-i tanbûri
Burada aşk hali tambura benzetilmiştir. Çeng ise âşığın bükülen beline, ağlamasına ve gam benzetilmiştir:
Gönül “bî-nevâ” içinde hangi makamda karar kılacağını bilmeden dönüp dolaşmaktadır. Bu kararsızlık içinde aşk nevâsından da kurtulamamaktadır. Yine musiki terimleri tevriyeli bir şekilde kullanılarak aşk nevâ münasebeti kurulmuştur:
Dil bî-nevâsı başladı aşkın nevâsına
Ben bilmezem ki kankı makâmı karâr ede
“Ahmed Paşa Dîvânı”nda aşk ateşi mefhumunu ihtiva eden bir hayli beyit vardır. Ateş aşk için klişeleşmiş bir teşbih unsurudur. Bu ateş âşığın ızdıraplarının bir terennümüdür. Ayrıca sevgiliye duyulan hasret aşk ateşi şeklinde kendini gösterir ve daima âşığı yakar. Yani aşkın ateşle olan ilgisi ateşin yakıcılığından kaynaklanır. Ateş nasıl yaklaşanı yakarsa aşk da âşığı öyle yakar. Aşk ateşinin bulunduğu yer âşığın gönlü veya canıdır.
Âşığın can hırmenini yakan da aşk ateşidir. Âşığın aşk ateşinde yandığına tek şahit sevgilinin yüzündeki siyah bendir:
Yaktığın cân hırmenine âteş-i aşkın
Şâhid yeter ol dâne-i hâl-i siyeh ey dost
Aşk ateşi cehennem ateşinden bile daha yakıcıdır. Zâhidin âşığı cehennem ateşiyle korkutmasına gerek yoktur. Âşık, bu aşk ateşine âşinâdır. Çünkü âşığın canını ateşte yakmaya alıştıran sevgilinin ateş renkli dudağıdır:
Nâr ile korkutma bizi ey zâhid-i bârid-nefes
Kim biz oda çok yanmışız ol lâ`l-i âteş-reng için
Sevgilinin ayva tüylerinin belirmesi sonucu aşkın faş olması söz konusudur. Aşk ateşinin “nihân” olmamasının sebebi “hevâ-yı muşg” a bağlıdır:
Hatın belirse ve fâş olsa aşkımız ne aceb
Hevâ-yı muşg ile aşk âteşi nihân ola mı
Aşk ateşi âşığı sadece yakmakla kalmaz onun ölümüne bile sebep olabilir. Âşık şevk oduna yanıp toprak olalıdan beri gözünden akan yaşlar “âb-ı hasret” e dönüşmüştür:
Şevkin oduna hevân ile yanıp hâk olalı
Âb-ı hasrettir bu gözümden dökülen yaşlar
Başlangıçta âşık sadece kendisinin aşk ateşinde yanmasını ümit ederken cihandaki bütün insanların bu aşk ateşinde yanmak için heves ettiğini görür. Aşk ateşinin ne kadar etkileyici olduğu anlatılmaktadır:
Ben umardım ki hevân oduna yanam yalınız
Hep bile yakdı cihân hulkun oda yana heves
Aşk ateşi bazen şem` ile beraber kullanılır ve aşk ateşiyle için için yanan aşığın hali tıpkı için için yanan bir muma benzetilir. Âşığı yakan bu aşk ateşi her zaman âşığa ızdırap vermez. Bazen de aşk için gerekli bir unsur özelliğini taşır. Nasıl ki mum yanmayınca ışık vermiyorsa âşık da aşk oduna yanmadan tam bir âşık